Dün oldukça zor bir gündü. Migrenim tavan yapmıştı. Ancak saat 14:30 a kadar dayanabildim. Atladım bir taksiye ve evime gittim. Yol yaklaşık 15 dakika kadar sürdü. Evimdeydim. Güven çemberindeydim. Çok şükür!
Ilık bir duş hep iyi gelir böyle durumlarda. Salaş ev kıyafetlerimi giyip en az o kadar salaş ev çoraplarımı da ayağıma geçirip kendime yaseminli yeşilçay yaptım ve salondaki en büyük kanapenin üzerine uzandım. Televizyonu açmadan. Canım çok istese de bir Emre Aydın şarkısına sığınmadan.
Uzandığım kanapeden yatak odamın yarısı görünüyor ve yatağımın üzerinde Tombik tüm haşmetiyle mırıldayarak uyuyordu.
Düşündüm. Belki de hayatımda oturduğum en güzel evdi burası. Bana ait değildi ve eşek yüküyle para ödüyordum her ay. Yakında ev almayı planladığım için çok da kafama takmıyordum. Çünkü bu eve taşınırken herşeyi geride bırakmayı hedeflemiştim öyle de yaptım. Tüm elektronik ve mobilyalardan mutfak bezine halılardan çöp kovasına kedilerimin tırmanma ağacından çatal bıçak ve tuzluğa kadar herşeyi bütçem doğrultusunda yeni almıştım. Öyle ki bazen çok tabak kullandığımızda bulaşık makinemiz dolmadan tabaklarımız bitiyordu.
Tüm bunları düşünüp Tombiğin keyfini seyre daldım. Nasıl da güneş vuruyordu her cepheden. Kedilerim birer köşeye sahip çıkıp güneş eşliğinde keyifle yalanmaktaydılar. Bahçedeki erik, elma, kestane ve ceviz ağaçları bulunduğum üçüncü kadar kadar neredeyse uzanmaktaydılar. Kargaların sesi bile bana ninni gibi geliyordu. Aldığım onca ağrı kesici ve anti depresandan sonra herşeye bir sukunet hakim olmuştu sanki..
Düşündüm. Bu eve sadece hava kararmaya yakın geliyorduk. Sabah alaca karanlıkta uyanıp güneş daha doğduğunu farketmeden servislerle işlerimize okullarımıza doğru yola çıkıyor akşam yine güneş batışın hüznünü yaşarken yani gün aya dönerken evlerimize geliyorduk. Haftasonlarımız da en az bu kadar yoğun geçtiğinden evimizin neresinden güneş doğuyor neresinden batıyor bilemiyorduk. Haftasonları da evin genel işleri, misafir, alışveriş, kurslar, dersaneler ve bilimum diğer işler nedeniyle dolu olduğu için bunca değer vererek kurduğumuz yuvamızın içinde sıcaklığını hissedemeden sadece otel mantığı ile bir yaşam sürüyorduk.
Elime çayımı alıp yattığım yerden kalktım. Balkona doğru süzüldüm. Sonbaharın serinliği dörtbiryanımı sardı. Ürperdim. Sardunyalarıma baktım, çilek, mandalina ağacı, fesleğen, boru çiçeğim, yıldız çiçeğim. Hepsinde sonbaharın hüznü vardı. Renklerini bile hatırlamıyordum çiçeklerimin. Hatta fesleğenimin tohumları mandalina ağacı saksımın dibine atlayıp sıçrayıp orada da küçücük bir fesleğen dalı oluşturmuşlardı. Farkettirmeden üremek buna denilirdi. Kafamı kaldırıp civar evlere, balkonlara baktım. Kimbilir kaçı benim gibi farketmeden yaşıyordu. Kaç balkondaki çiçek sahibinden habersiz açıyor, renk değiştiriyor ve ürüyordu. Kaç evde ertesi gün hatırlanmayacak sohbetler sevişmeler yaşanıyor yemekler yeniliyordu.
Çocukluğumu düşündüm. Herşey ne kadar sahiciydi. Anneler ana gibi, babalar kapı gibi, evlatlar çocuk gibiydi. Ya şimdi? Erkek gibi kadınlar, kadın görevi yapan erkekler, ırkını inkar eden ana dilini konuşamayan çocuklar ordusu yaşıyor evlerde. Eski bilim kurgu hikayelerinde olduğu gibi. Birileri bizi gizlice teslim alıyor. İçimize ruhumuza yavaş yavaş sirayet ediyor. Hırsalara bürünüyoruz. İyi okullarda okuyup iyi eğitimler alıyoruz. Bunun için 2 yaşında altımız bezliyken anaokullarına başlıyoruz. Anadilimizi öğrenmeden yabancı dil öğrenmeye başlıyoruz. Anneler güzel Türkçe bir cümle kuramadığı zaman çocuklarına bir şey demezken sayıları İngilizce sayan çocuklarıyla gurur duyup hediyeler alıyorlar. Her misafir yanında çocuklar İngilizce şarkılar söyler oluyorlar. Bizim çocukluğumuzda gelen misafirlerin yanında Cumhuriyet şiirleri Nazım şiirleri falan okunurdu. Yerli malları haftamız vardı. Şimdi çocuklarımızın yedikleri içtikleri sıçtıkları ithal. Bizdeki de farklı mı? Yediğimiz domatesin tohumundan salatamıza kadar, içtiğimiz meyvesuyundan çikolatamıza kadar. Herşey dışa bağımlı. Her yediğimiz lokma her içtiğimiz damla için ayrı ayrı Dolar Ya da Avro bazında borçlanıyoruz. Kendimizden özümüzden benliğimizden gittikçe uzaklaşıyoruz. Hayatlarımıza sahip çıkamıyoruz. Ailemize geçmişimize geleceğimize sahip çıkamıyoruz. Hayatımızın memleketimizin kültürümüzün keyfini süremiyoruz. Kendi doğal kültürümüze yatkın müziklerle eğlendiğimizde çocuklarımız bizi “apaçi” yani “kıro” olarak isimlendiriyorlar. Özbenliğimiz dalga geçilir oldu. Eğitim dili İngilizce olan okullar kurduk ama iki Türk çalışan birbirine İngilizce elektronik postalarr yazıp espriler yapıyor. Diğer Türkler de çok eğleniyor. Sadece yabancılaşma değil beni üzen. O, büyük sorunlardan biri ama yaşamın keyfini sürememek asıl sorun. Dışarıda açan çiçeklerin kokusunu duyamamak, taze ekmek kokusunu unutmak. Kültürümüzü yitirmek. Evimizin eşyamızın evlatlarımızın tadını alamamak. Evler yapıyoruz neresinden güneş doğyor batıyor bilemiyoruz. Arabalar alıyoruz trafik endişesinden ve vakitsizlikten kapımızın önünde çamurlanmalarını seyrediyoruz. Çocuklar doğuruyoruz ama gelecek endişesi için daha onlar bize muhtaçken işe başladığımızdan çocuğumuzun ilk yürüyüşünü, ilk dişini, ilk anne – baba deyişini ilk düşüşünü ve ağlayışını ıskalıyoruz. Onların eğitimi için daha çok çalışıp onları kendimizden uzaklaştırıyoruz. Daha henüz bir aile paydası iken birer yetişkin olup yurtdışına eğitim almaya gitmeyi hedefliyorlar. Kaçıyorlar. Göçüyorlar. Tersine beyin göçü diye bir yalan uydurup en çok da kendimiz inanıyoruz. Bu gençlerimiz en verimli yıllarını Avrupa ve ABD de harcadıktan ve tüm verimini orada bıraktıktan sonra kendi ülkelerine huzurla yaşlanmaya ve çoğu zaman ölmeye geri dönüyorlar ve biz buna hala falanca bilim insanımızı geri getirdik falan diye gurur duyuyoruz. Genç gelenler uyum sorunu yaşadıkları için filizlendikleri yabancı ortama geri dönüyorlar zaten.
Bizlerse yarım yüzyılı geride bırakmış olduğumuz yaşımızda bile hala daha iyi ve paralı işler bulup keyfini süremediğimiz evimiz ve büyüdüğünü göremediğimiz ölümümüze ve hatta cenazemize bile yetişemeyecek evlatlarımız için çalışmak zorundayız.
Eski huzurlu çekirdek aile ortamının tadını bilen bizim nesil için ne kadar üzücü.. Kredi kartı illetinden uzak aylık maaşlı anne babaların çocukları olup; asla maaşından fazla harcamayan, ay sonuna doğru etsiz sebze yemekleri yiyen, cebinde sadece dolmuş parası bulunan, bunu bile biriktirebilen, her çiceğin adını bilen, yolda yürüdüğü için evinin civarındaki sokak isimlerini ezberleyen, komşularını tanıyan, bayramlarda akrabalara bayram kartı yazdıkları için aile bireylerini facebooktan değil de güncel hayattan tanıyan, kesekağıdı ve file kültürü olan bizler değişen ve yozlaşan çağa yeniliyoruz sanırım.
Sevgisiz, aşksız, dokunmadan, konuşmadan, paylaşmadan yaşıyoruz. Ruhumuz tembelleşti, yüreklerimiz nasırlaştı. Hızla yalnızlaşıyoruz. O yüzden eve geldiğimizde kedilerimizi bile kendi hayatlarını yaşarken buluyoruz eve geldiğimizde. Elimizde bir bardak yasemin çayı ile hayata tutunmaya çalışıyoruz. Başımızı omuzuna yaslayacak dağ gibi adam çoktan yok olmuş belki hiç olmamış. Kendi kendimize “ben güçlü bir kadınım kendime yeterim” yalanını bir kez daha söylüyoruz. Başka biryerlere başka bir adam da etrafında ayağına dolaşanları teperken sözde sorumlulukları için aynı yalanı kendine söylüyor. Facebooktan görüp hatırladığımız doğum günlerimizi alelacele telefonla kutlayıp hayatın düğümlerine teslim oluyoruz herseferinde. Bizler kayıp bir neslin son savaşçılarıyız ve final savaşımızı da kaybediyoruz ne yazık ki. Sadece yaşadığımız birkaç mutlu yılla avunup gerisini hayal edeceğiz ya da çağın hastalığı olduğu için vazgeçeceğiz. Korkak ve cesaretsiz olmanın bedelini ödeyerek yalnız öleceğiz.
Anne ve babamdan özür diliyorum. Onlar kadar cesaretli olamadığım ve onlar gibi hayatı beceremediğim için. Hala birbirlerini seven, birbirlerine yaslanan ve birbirlerine güvenen bir anne babanın evladı olarak yalnızlığı kendime gölge seçtiğim için kendimden de…
Sevgimle kalın,
F.Pınar Saltadal
05.10.2010